"Business Intelligent" - I

3 Eylül 2007 Pazartesi


Günümüz iş dünyasında işletmeler için en önemli şey "Bilgi" ve bilgiyi elde edecek, değerlendirecek her türlü kaynak firmalar için çok önemli. Kurumsallaşmayı hedefleyen her türlü işletme, rakipleriyle rekabet ederken bilginin gücünü muhakkak ki kullanmak zorunda. Gelişen teknoloji sayesinde bilgiyi derlemek kolaylaşmasına rağmen, elde edilen veriyi yorumlayarak analiz etmek ve işe yarar hale getirmek de bir o kadar zorlaşıyor. Çok şükür ki, bilgiyi yorumlama konusunda kurumların imdadına yine teknoloji yetişiyor.




Son zamanlarda eminim birçoğunuzun sıkça duymaya başladığı bir terim "Business Intelligent - İş Zekası". İş zekası uygulamaları, sadece veriyi analiz etmekle kalmıyor tabiki; aynı zamanda kurumların karar alma süreçlerini hızlandırıyor, gelir ve performans artışı sağlıyor.

İş zekası çözümleri deyince aklınıza ne geliyor bilmiyorum ama basitçe ifade etmek gerekirse, verileri derleyerek bir araya getiren, yine sizin yönlendirmenizle bu verileri kolay ve hızlı bir şekilde rapora çevirebilen ve hatta yorumlayabilen bilgisayar programları yada veritabanları.

Artık büyük yazılım firmaları, eskiden ticari paket program diye adlandırılan ve genellikle firmaların muhasebe verilerini içeren yazılımlar üretmekten sıyrılıp, bu tür yazılımlara yöneliyor. Bu yazılımlar, kurumların sadece muhasebe verilerini değil, satış, satın alma, insan kaynakları, crm, üretim, pazarlama, halkla ilişkiler ve daha aklınıza gelebilecek her türlü süreçle ilgili depolanmış verisini analiz etme ve birleştirme yeteneğine sahipler. Bu sayede verilerin bilgiye, bilginin yoruma, yorumun karara ve kararın eyleme dönüştürülebilmesi mümkün hale geliyor.


(Devamı var...)

Çok Renkli Boya Piyasası

2 Eylül 2007 Pazar

Geçen gün ziyarete gittiğimiz bir yerde muhabbet sırasında "Bu yıl evi de boyamadık.." cümlesini duyunca, aklıma yine eskiler geldi. Saten duvar boyaları çıkmadan önce en popüler olanı plastik duvar boyalarıydı ve her kış sonu sobalar yüzünden is olmuş ve kararmış duvarlar mutlaka boyanırdı. Kaloriferlerin sobaların yerini almasından sonra da bu gelenek devam etti, çünkü eski tip döküm kalorifer petekleri de en az sobalar kadar is yaparak duvarların kirlenmesine neden oluyordu. Ama bahsetmek istediğim asıl konu kalorifer yada sobalar değil, duvar boyaları.

Son günlerde boya firmalarının reklamlarına dikkat ettim bu yüzden. Şu anda ekranda dönen 4 boya markasının reklamı var. Marshall, DYO, Fawori ve Filli Boya.


Filli Boya genellikle reklam filmlerinde ünlüleri oynatmayı tercih ediyor. Artık hepimiz alıştık buna. Ama nedense, başlarda bana başarılı gibi gelen Filli Boya reklamları, son zamanlarda hiç ilgimi çekmemeye başladı. Galiba markanın, reklam filmlerini değiştirme zamanı gelmiş.

DYO ise, mükemmel bir icat olarak nitelendirilen, nano teknoloji ile üretilen ve kendi kendini temizleyebilen akıllı boyalar piyasaya sürmüş fakat nedense reklamı berbat. (Ürünle ilgili haberi buradan okuyabilirsiniz.) Reklamda sadece dış mekan bir duvarın bir bölümü DYO Nano ile boyanıyor ve reklam filmi 6 ay ileri sarılıyor. Sonuç olarak bu müthiş icat için çekilen reklam filmi, maalesef üretilen ürünü ön plana çıkartmaya yetmeyecek kadar başarısız.

Fawori Boya Piyasası reklamı ise, gerçekten anlaşılmaz ve çok saçma bir reklam olmuş. Defalarca izlememe rağmen, kimin ne dediğini anlamam mümkün olmadı.

Ve son olarak Marshall Fashion. Reklam kesinlikle mükemmel. Reklamın başından sonuna kadar renklerin dansını izlemek benim çok hoşuma gitti. Ürünün adı da yine bir o kadar ilgi çekici ve kaliteli.

Kış iyice gelmeden, ben de oturma odamı kendim boyamak istiyorum. Tercih edeceğim markayı da şimdiden seçtim bile :)

Yeniden...

1 Eylül 2007 Cumartesi

Hizmetchi benim ilk blogumdu. Yıllardır hizmet sektöründe çalıştığım için bloguma da böyle bir isim vermiştim. 2007 yılı başından bu yana o kadar yoğun geçti ki, Hizmetchi'ye yeteri kadar zaman ayıramadım. Sanırım bu yüzden bana kırıldı :) Çünkü 2 gün önce, artık bloguma zaman ayırayım ve önce tasarımını düzenleyeyim derken bir anda eski postlarımın üçer kez yayınlanmaya başladığını farkettim. Aslında problem benim sürekli kodları karıştırmamdan kaynaklandı ve sonuç olarak buradayım.

Yazacağım çok şey var...

Buket Uzuner'in de dediği gibi "Yazmak ilaç gibi..."

Onları Okumak Yazmaktan Daha Zevkli...

7 Ağustos 2007 Salı

Bir süredir takip ettiğim 2 yeni blog var. Çok başarılı buluyorum ben yazılarını ve hergün mutlaka okuyorum. Çünkü gündemi o kadar iyi takip ediyor ve o kadar doğal yazıyorlar ki, neredeyse onları okumak benim için yazı yazmaktan daha zevkli hale geldi bile diyebilirim :)

Against Being Limited - Göze Algün ve Dare To Be Different - Eren Kumcuoğlu

Hala okumadıysanız bence daha fazla beklemeyin...

Reklamlarımızın Geleceği Parlak

27 Haziran 2007 Çarşamba

MarkaCini geçenlerde son dönemde çekilen reklam filmlerinin ne kadar vasat olduğundan bahsetmişti. Çok da haklıydı. Çok şükür ki, yapılan yarışmalar geleceğimizi de görmemizi ve umutsuzluğa kapılmamamızı sağlıyor. Bunlardan biri de Kodak'ın düzenlediği Öğrenci Reklam Filmleri Yarışması'ydı. Yarışma dün sonuçlandı ve ödüller sahiplerini buldu.


Sponsor Pepsi'ydi ve ilk üç dereceyi alan reklam filmlerinin hepsi de bana göre Pepsi Max'in son reklamından çok daha iyi. Yarışmada, en iyi film kategorisinde birinciliği Ulaşılmaz Tat filmiyle Esra Öztürk, Eğlenceye Devam filmiyle Tuğba Atalay ve Maximize filmiyle Selim Ünlüsoy-Hakan Gök aldı. İlk iki dereceyi alan öğrencilerin bayan olması da beni ayrıca mutlu etti. :)

İlk üçe giren filmler, 14-17 Ekim tarihleri arasında Slovenya’da gerçekleştirilecek 14. Golden Drum’da Kodak tarafından sergilenecek. Birinci gelen film, Kodak tarafından özel olarak gerçekleştirilecek Uluslararası Öğrenci Reklam Filmleri Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek.

Ödül alan filmler, http://www.ogrencifilmleri.com/ sitesinden izlenebilir...

GıdaSa'dan Yeni Ürün : Siluet

25 Haziran 2007 Pazartesi


Hepimiz biliriz ki, diyet yapıyor ve zayıflamak istiyorsak en büyük desteği bize sıvılar, özellikle de su sağlar. Ne kadar bol sıvı tüketirsek o kadar hızlı ve sağlıklı kilo veririz.
Sağlıklı bir insanın bir günde tüketmesi gereken su miktarı ortalama 2 litredir. Tüketilmesi gereken bu miktarın bir kısmını GıdaSa'nın yeni ürünü Siluet ile karşıladığınızda diyet ve egzersiz programınıza büyük ölçüde destek sağlamış oluyorsunuz.

Hacettepe Üniversitesi’nin danışmanlığında geliştirilen Siluet, içeriğindeki EGCG yeşil çay ekstraktı sayesinde metabolizma hızını artırarak yağ yakımını hızlandırıyor ve kilo kontrolüne yardımcı oluyor. Limon aromasıyla içimi kolay ve keyifli hale geliyor.

Hergün düzenli olarak 2 şişe Siluet içerek toplam 270 mg EGCG almış oluyorsunuz. Bu dozu normalde 14-64 fincan yeşil çay içerek alabiliyorsunuz. Bir günde bu miktarda yeşil çay içmek pek mümkün olmadığından Siluet size bu konuda fazlasıyla yardımcı oluyor. Peki günde 270 mg EGCG almanın faydası ne?
Yapılan bilimsel araştırmalar neticesinde günde 270 mg EGCG alındığında metabolizma hızlanıyor, yağ yakımı artıyor ve bu da 30-60 dakikalık yürüyüş sayesinde harcanan enerjiye karşılık geliyor.

Fikirler Sayfalarda.. Ve şimdi ayraçlarda..

1 Mayıs 2007 Salı

Kurtuldum...!! Kitap okurken ayracı koyduğum sayfa aralığında, hangi satırda kaldığımı bulmak için satır altlarına post-it yapıştırmaktan kurtuldum...!

Çünkü artık "Fikir Ayracı" var...



Fikir Ayracı'nın yaratıcısı sevgili Onur, hepimize çok basit araçlar gibi gelen kitap ayracına bile ne gibi hünerler kazandırılabileceğini göstermiş oldu bizlere... Onur, bu fikri sadece düşüncede bırakmamış tabii ki... Çok yakında her yerde karşınıza bir Fikir Ayracı çıkabilir, hayatınızın sayfaları arasında yerini alabilir...

TPE'den Kobilere İnovasyon Desteği

2 Şubat 2007 Cuma

İnovasyon Nedir ? Neden önemlidir ?


Hemen hemen hergün, ekonomi ve iş dünyasına ait yayınlarda çok sık adını duyduğumuz şirketlerin inovasyon hikayelerini artık hepimiz bilir olduk. Peki, inovasyon denince akla sadece büyük şirketler mi gelir? Ülkemizde KOBİ'lerin inovasyona bakışı nasıldır ve bu konuda yaptıkları çalışmalar var mıdır? Cevabı ne olursa olsun, artık biliyoruz ki ülkemizde bu konuda KOBİ'lere destek vermek üzere oluşturulmuş büyük bir proje var. Projeye imza atan da Türk Patent Enstitüsü...

Proje Hezarfen, Türk Patent Enstitüsü tarafından 2007 yılı başında başlatılan, ülkemizde KOBİ'lere inovasyoncu kültürün arttırılmasına katkı sağlamayı amaçlayan yeni bir proje. Proje kapsamında, KOBİ'lerin inovasyoncu faaliyetlerine danışmanlık yapılması ve bunun yanında tüm bölgeyi inovasyon ile tanıştırmayı hedef alan eğitimler, çalıştaylar ve KOBİlere inovasyon temel taraması, inovasyon alan önceliklerinin belirlenmesi, inovatif fikir üretme çalışması, inovasyon preojesi yol haritası hazırlanması gibi faaliyetler yer alıyor. Proje Hezarfen içinde "Teknolojiyi ve Rakipleri Takip Etmek", "İş Planı Hazırlanması ve Sınai Mülkiyetin İş Planlarına Entegre Edilmesi", "Firma İçinde İnovasyon Ortamının Yaratılması - İnovasyon Yönetimi" gibi konularda interaktif çalıştaylar 2007 yılı sonuna kadar tekrarlanacak.

Bu yönüyle diğer projelerden ayrılan Proje Hezarfen ile KOBİler ücretsiz birebir danışmanlık alabilecek, kendilerine özgü konuları uzmanlarıyla görüşebilecek, ilk elden cevap bulma imkanlarına sahip olacaklar. Proje Hezarfen'in ilk uygulaması 2007'de OSTİM'de gerçekleştirilecek.


Proje Hezarfen'in ilk ürünü ise, KobiHİT. KobiHİT sayesinde firmalar, internet üzerinden firmalarını inovasyona iten faktörler, inovasyon için gerekli yetenekler ve inovasyon kapasitesi hakkında ön bir tarama gerçekleştirebiliyorlar.

TPE'ne proje için KOSGEB ve OSTİM destek veriyor. Proje ekibi ise, kendi alanlarında uzman yerli ve yabancı toplam 16 kişiden oluşuyor.

Proje Hezarfen çalıştaylarına kayıt yaptırmak için
adresini ziyaret edebilirsiniz.
Kayıtlar için son tarih 25 Mart 2007...

Bu Toprakların Esas Kültürü : Senin ve Benim Kardeşliğimiz

20 Ocak 2007 Cumartesi

Ben, çok üzgünüm..! İçimden geçenleri yazamayacak kadar üzgünüm.
Bazı şeyleri görebilmek için çok şey bilmek gerekmez. Biz bu topraklarda doğduk hep birlikte, hep birlikte büyüdük. Zor günleri hep birlikte gördük. Yazılanlar, çizilenler, söylenenler bizim bildiğimiz gibi değildi. Biz kardeştik, ve yıllarca Türk, Rum, Ermeni, Kürt, Laz.... hep birlikte aynı sofrada yemek yedik. Bunu kim inkar edebilir?? Bu gerçeği kim görmezden gelebilir??

"Ahbarik,
Sana bugüne kadar ne senin ana dilinde, ne kendiminkinde böyle hitap etmemiştim. Nasıl edeyim ki? Birbirimizi en fazla üç-dört kez görmüşüzdür. Öyle büyük bir yakınlığımız olmadı. Ama bugünlerde olan bitenlerden sonra, bizimkilerin dediği gibi artık “dünya ahret kardeşimsin”! Çünkü ırkçılık yeniden çıldırdı. Çünkü seni ve beni, sizi ve bizi bir kez daha karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Öyleyse, onlara inat, ben de bundan sonra sana “ahbarik” diyeceğim!
Önce Sabiha Gökçen’le başladılar. İnsanın dehasının ürünlerinden biri olan uçağı bu topraklardan göklere yükselten bu ilk kadının Ermeni olması ihtimali onlara çılgına çevirdi. Yazan neden yazmıştır, neden birinci sayfadan vermiştir, bu bağlamda bütünüyle ikincil. Önemli olan tepkinin niteliği. Koskoca Genelkurmay bu konuda açıklama yapma ihtiyacını hissediyor. Türk Hava Kurumu adına yapılan açıklamada “bu sadece Gökçen’e değil, Atatürk’e de hakarettir” deniyor. Irkçılığın daha katıksızı görülmüş müdür? Gökçen’e Ermeni demek ona hakaret oluyor. Bu yetmiyor. Atatürk’ün manevi kızının Ermeni olması ona da hakaretmiş! Hrant, duygumu söyleyeyim. Atatürk’ün yaptıkları konusunda herkesin çok farklı fikirleri olabilir. Ama eğer bir kız çocuğunun Ermeni olduğunu bile bile onu manevi kızı olarak benimsedi ise, bu, 1915’in yaşandığı bu topraklar üzerinde bir cumhurbaşkanının yapabileceği en onurlu şeylerden biridir. Elbette 1915’in utancını ortadan kaldırmaz. Ama hiç olmazsa onun da, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde sayısız Türk ailesinin yaptığı gibi, bu toprakları bin yıldır paylaştığımız Ermeni halkına karşı yapılan Osmanlı devlet zulmünden kendini politik bakımdan olmasa da insani bakımdan ayırarak hiç olmazsa şefkat duyabildiğinin bir işaretidir. Belki ruhunun derinliklerinde bir yerinde, kendinden öncekilerin yaptıklarından onun da utanç duyduğunu gösterir.
Şahsen ben, Sabiha Gökçen Ermeni ise bunun ortaya çıkmasından gurur duyarım. Ermenilerin bu toprakların kültürüne kattıkları her şeyin ortaya çıkmasından duyacağım gibi.
Irkçılar şimdi de seninle devam ediyorlar. Faşistler, yazdığın sekiz yazılık bir dizinin bir tanesinden bir cümleyi yazının içinden cımbızla çekiyorlar ve seni Türk düşmanı ilân ediyorlar. Sen Ermenilerin bir bölümünü bugüne kadar sürdürdükleri politik yaklaşımdan vazgeçmeye, Türklerle dostluğa çağırırken, onlar senin Türk düşmanı olduğunu ileri sürüyorlar! Sonra da seni alenen tehdit etmeye cüret ediyorlar. Senin “hedefleri olduğunu” ilân ediyorlar. Savcılar bu açıklamayı şiddete teşvik suçu saymayacaklarsa hangisini sayacaklar? Onları bilmem, ama senin kılına dokunulursa, Türkiye’nin demokratları, sosyalistleri ve enternasyonalistleri bunu bütün Türkiye Ermenilerine yapılmış bir saldırı sayacak ve bu işin peşini bırakmayacaklardır.
Seni geç tanıdım Hrant ve çok az tanıdım. Ama sen benim için sadece Hrant değilsin ki! Sen benim Jirayr amcamsın. Bana, ağabeyim Can ile birlikte daha kısa pantolonlu iki çocukken müziği sevdiren, nükteleriyle yaşama sevinci veren, zarafeti öğreten adamsın. Eliz teyzemsin, on-on beş yıl boyunca annemle hayatının her sırrını paylaşan, bizim başımızı okşayan. Lise çağımda her şeyi konuştuğum, birlikte nice sevinçler yaşadığım, birçok sıkıntımı paylaştığım Levon’sun. Pangaltı’daki kışlık, Kınalıada’daki yazlık evinde beni sofrasına oturtur ve geceleri ağırlarken sanki üçüncü çocuğu imişim gibi davranan Takvor amcamsın, maalesef adını hatırlayamadığım karısısın. Daha sonra, aynı işyerini paylaşmaktan hayatımda en büyük zevki duyduğum insan olan, beni Samatya’daki evinde Ermeni mutfağının en güzel mezeleriyle ağırlayan, çevresindeki herkese “ne güzel, yaşıyorum” dedirtecek kadar hayat dolu kızkardeşim, “kuyriğim” Araksi’sin, onun kocası Vartan’sın, oğlu Sevan’sın. Adını saymakla bitiremeyeceğim nice sevgili öğrencimsin.
Sen benim için onlarsın, çünkü sezgilerine ve yargılarına çok güvendiğim bir insan senin nasıl insan bir insan olduğunu anlattı bana. Ama asıl, Agos’u, belki de tarihe Ermenilerle Türklerin kardeşleşmesinde en önemli rolü oynamış yayın olarak geçecek olan Agos’u yıllardır bunca güçlüğe rağmen çıkarmakta en büyük çabayı gösterenlerden olduğun için onlarsın.
Sana dokunulursa, benim canım acır.
Bu toprakların, Hrant, esas kültürü o ırkçılık değil. Bu toprakların, sevgili kardeşim, ahbariğim, esas kültürü senin ve benim kardeşliğimiz. Bir gün onları politik olarak yenilgiye uğratacağız. Bu kâbus bitecek ve Ermeniler, Türkler, Rumlar ve Kürtler hepimiz kucaklaşacağız. O günü yakınlaştırabilirsek ne mutlu sana, ne mutlu bana! Ne mutlu ben enternasyonalistim diyene!
Hrant Dink'e açık mektup - Sungur Savran- 01.03.2004"

Gün Gelir Moda Olur

16 Ocak 2007 Salı

Yıl 1997... Henüz öğrenciyiz... Girişimcilik ruhuyla yanıp tutuşan bir sınıf arkadaşım, Türkiye'ye farklı ne getirsek diye bir araştırma yapıp, kahve,krema ve şekerin birleşimiyle hazırlanmış bir toz içecek markası buldu. Ve firmayla uzun uğraşlar sonucu görüşerek çok sayıda ürün numunesini, marketlere pazarlamak üzere Türkiye'ye getirtti. Tarif ettiğim anladığınız üzere, artık ülkemizde birçok markanın ürettiği, bildiğiniz 3'ü 1 arada kahve... Firma Food Empire ve marka MacCoffee... Arkadaşım, elinde numunelerle büyük marketlerden zar zor randevular alıyor ve görüşmelere gidiyor ama maalesef kimse ilgilenmiyor. Öğrenci olduğu için ilgilenilmediğini düşünerek, gıda toptancılarına satmayı deniyor, onlarda bu garip içecekle fazla ilgilenmiyorlar. Bu arada MacCoffee'nin sadece üçü bir arada kahveleri yok, bunun dışında da farklı aromalarda toz içecekleride var. Toz bitki çayları ve fındıklı, karamelli kahveler gibi... Arkadaşım, çok uğraşmasına rağmen numuneleri pazarlayamayınca hepsini sınıfça biz içiyoruz ve hepsi bittiğinde üzülüyoruz, çünkü tekrar getirtmek neredeyse imkansız. Aradan birkaçyıl geçtikten sonra Nescafe aynı ürünü çıkartıyor. Herkes bir anda bu ürünü çok beğenerek tüketmeye başlıyor. Ama biz benzer ürünü daha önce denemiş kişiler olarak, Nescafe'yi MacCoffee kadar beğenmiyoruz.


Bu Pazar günü Migros'ta dolaşırken, yıllar sonra yine MacCoffee'yi gördüm. Birden fazla çeşidiyle raflarda duruyordu. Nedense çok sevindim ve hemen 20'li paketlerden aldım bir tane. Gerçekten haklıymışız, şu anda piyasada olan benzer ürünlerden çok daha güzel. Kremayı fazla sevenler için 2in1 EVO ürünü ise mükemmel.


MacCoffee yıllar sonra Türkiye'ye nasıl geldi diye bir araştırma yaptım ve aşağıdaki haberi buldum.

"60'tan fazla ülkede, 250'den fazla ürün çeşidiyle faaliyet gösteren Uzakdoğu'nun gıda devi Food Empire, MacCoffee ileTürkiye pazarında. Dünyada ilk kez 1993 yılında MacCoffee markasıyla 3'ü 1 arada hazır kahvelerini üreten ve satışa sunan Food Empire, Türkiye pazarına güveniyor.
Uzakdoğu'nun önde gelen gıda firmalarından Food Empire, MacCoffee 3'ü 1 arada hazır kahveleri ile Türkiye pazarında yerini almaya hazırlanıyor. Yiyecek ve içeçek grubu Food Empire, dünyada ilk kez MacCoffee 3'ü 1 arada hazır kahvelerini üreterek, 1993 yılında pazara sundu. Rusya'dan Doğu Avrupa'ya, Çin'den ABD'ye kadar 60'tan fazla ülkeye ihracat yapan Food Empire için Türkiye öncelikli pazarlar arasında yer alıyor.
Food Empire'ın MacCoffee ile Türkiye pazarına girişine ilişkin olarak 1 Kasım 2006 Çarşamba günü bir basın toplantısı düzenlendi. Toplantıya Food Empire Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Azası Tan Wang Cheow, MacCoffee Türkiye Temsilcisi Akshay Sharma ve Türkiye pazarında dağıtımını üstlenen Turkuaz Genel Müdürü Erdinç Koca katıldı.
Basın toplantısında bir konuşma yapan Food Emripe Yönetim Kurulu Başkanı ve Murahhas Azası Tan Wang Cheow, Food Empire firması ve dünya pazarlarındaki konumundan bahsetti. Cheow, ‘MacCoffee 3'ü 1 arada hazır kahve çeşitlerimizle Türkiye pazarında bir başlangıç yapmaktan dolayı heyecanlıyız ve Türkiye'de aromalı ve aromasız yüksek kaliteli kahve çeşitlerimizle ve MacCoffee deneyimiyle Türk kahve severleri memnun etmeye devam edeceğiz' dedi. Ürün portföylerinde 250'den fazla yiyecek ve içecek çeşidi olduğunu vurgulayan Cheow; Rusya, Doğu Avrupa ve Orta Asya pazarında iyi bir yer edinen MacCoffee markasının Türk tüketicileri tarafından da benimseneceğine inandıklarını belirtti.
"3'ü 1 arada" kahve pazarını büyüttü
Food Empire'ın İran, Irak ve Türkiye'de operasyonlarından sorumlu Akshay Sharma da toplantıda söz alarak Türkiye'de son üç yılda kahve pazarının hızla büyüdüğüne dikkat çekti. Sharma, bu büyümeye en çok 3'ü 1 arada hazır kahvesinin katısı olduğunu söyledi. Sharma, hedeflerinin Türkiye'yi öncelikli pazarlardan biri yapmak olduğunu belirterek, "Geniş ürün gamı ile bu pazarda her tüketiciye ulaşmayı hedefliyoruz. Yeni ürün ve tatlarla Türk tüketicileri MacCoffee'den her zaman keyif alacaklar" dedi.
Sharma, Food Empire olarak uluslararası yiyecek ve içecek sektöründe kaliteli ürün ve servis veren bir şirket olduklarını belirterek, " Farklılık yaratmak için gerekli olan girişimcilik ruhumuz, tutkumuz, ve insanlarımız olduğu sürece hedeflediğimiz başarıya ulaşacağız" şeklinde konuştu." Kaynak:Dünya Online

Nedir? - II

22 Aralık 2006 Cuma

Aşık olmak mı zor, adam olmak mı?

Redd

21 Aralık 2006 Perşembe


Uzun zamandır dinlediğim en güzel albüm Redd grubunun son albümü "Kirli Suyunda Parıltılar"


Ama beni albüm kadar etkileyen başka bişey daha var, kapağın iç kısmında yer alan yazı...


Uzun demezseniz okuyun, kendi korkularınızdan birşeyler bulacağınıza eminim...


"Bildiğim tüm ahlak ve uymaya çalıştığımız onca kural arasında insanlığın tanımını kim yapmış, ne doğru ne yanlış diye kafa yormaktan; politik miyim neyim ben diye farkına varamayıp nasıl yetişmişim, neye dönüşmüşüm diye sorup durmaktan, sorularıma cevaplar bulamadığımda bir sigara yakıp onun bile üstünde beni öldüreceğini okumaktan ve kendi kararlarımı etkilemem için olasılıklarımın sürekli büyük harflerle gözümün içine sokulmasından, ölmek mi yaşamak mı diye sorsalar neden yaşamak olduğu konusuna acizce cevap vermektense ölene kadar susmaktan, yaşadığım hayatın doğrularına karşı çıkıp mecburen’ler içinde bahaneler bulmaya çalışmaktan, bir beden olduğumu unutup olmadık ruh durumlarıma anti-depresanlarla mutluluk zımbalamaya çalışmandan, hayallerimi komik diye anlatamayıp gerçekleri komik bulmaktan, duyguların kablosuz bağlantılarla ulaşabildiği, dokunabildiği sınırsızlıktan ve bu durumun hareket kabiliyetimi ve cisim üzerindeki etkimi sınırlayıp duygularımı esir almış bir cismi parçam kabul edip onsuz yapamamaktan, özgürlüğün dört duvar bir odada yalnızlık olduğunu ve bunun alternatifinin uyumlu bir kostüm ve önceden çizilmiş figürlerle kalabalığın arasında dolanmak olmasından korkuyorum. Yaptığım şeyin her ne olursa olsun dijital bir tanımı olmasından ve bu tanımın bütün yaratıcılığımı daha yaratırken hasta etmesinden, çizgileri doğru çizmekten yada çizdiklerimi güzel sanıp aslında çirkin olanlarla estetik yarışına girmek zorunda olmaktan, estetiği unutmaya çalıştığımda göreceli bir estetiğin yelkovanın ucunda şekil değiştirdiğini görmekten, kulağımda çalan müziklerin sadece canımı acıtmak yada dalga geçmek için yazılmış olabileceğini düşünüp taksinin arka koltuğunda geride kalan bloklar arasında üç beş ağacın yalnızlığını unutmaktan, post-modern delilik içinde kendimi akıllı ilan etmekten, dilimi tutamayıp özgür olduğumu söylemekten, olabildiğince çok düşünüp az düşünmem gerektiği sonucuna varmaktan, olabildiğince çok yazıp kağıtları paralayıp parkenin üstünde izlemekten ve aslında neyi neden yazdığımı sorgulayıp kalemimi eski günlerdeki gibi kaset sarmak için bile kullanamamaktan, alternatifi olmayan bir şehir yaşamının kölesi olmuş, kutulanmış ve dondurulmuş şekilde yaşadığımın farkına varıp kendimi hasta etmekten, uyumam ve uyanmam gereken zamanı güneşin değil de hayatın belirlemesinden, zamana yetişmeye çalışırken koşturmaktan yada dinlenmek için manzaraya baktığımda geçmişi özlemekten korkuyorum. Aslında hasta olduğumu kabul etmemekten, kendim dışında her şeyi reddetmekten ve inancımı sorgulayıp sonucunda bir bütün olmadığımı fark etmekten, parçalarımda tercihlerimin yanlışlarını arayıp “hepsi doğruydu-hayat yalandı” cevabını bulmaktan, televizyonda duyduğum repliklerle yaşamaktan, kendimi bir film içinde yaşıyor sanıp hareketlerime dikkat etmeye çalışmaktan ve duygularımı yavaş yavaş kaybetmekten, ben ben olmaktan da, sen yada o olmaktan da korkuyorum. Olmamaktan ve olamamaktan ve olamamaktan olmaya çalışıp, bir şeye benzetilmeye çalışılmaktan, oysaki benim ben olduğumu söylediğimde kim yada ne olduğumu, ne yaptığımı, nasıl yaptığımı umursamadan beni ben kabul edecek birini bulamamaktan, bulamadığımda aramadığım için suçu kendime atmaktan, yalnızlığımı kıskanmaktan ve kendimi nefes alıyorum diye kalabalığın içine çekilmekten korumaktan, kalabalıkta bile kendimi sıra dışı hissedip bununla övünmekten, uyumlu olduğumu sanıp uyumsuz olduğumu görememekten, kendimi ötekinden daha özel hissederken egomdan utanmaktan ve tüm utançlarım arasında en utandığım şeyin duygularım olması gerçeğini görmekten, kim için ne için neden yaşadığımı bulmama az kaldı sanıp uykuyu ertelemekten, yazmaktan çizmekten şikayet etmekten, şarkı söylemekten, eleştirmekten nefret etmekten, aşık olmaktan korkuyorum. Korktuğum şeyleri başkalarının duymasından, korkusuz olduğumun sanıldığını sanıp kahraman olamadığım için üzülmekten, kendimi tertemiz ve saf sanıp başkalarını kirli buluyor olmaktan, kendimi kirli suda yüzen bir balık sanıp denize doğru yüzmeye çalışırken boğulmaktan ve kendimi korkularımı yazarken delirtmekten korkuyorum.

O yüzden burada bırakıyorum. Korkularım iyi ki varlar, cesaretimi tetikliyorlar. "

Hayatın Köşeleri

15 Aralık 2006 Cuma


Yaşım ilerledikçe kitaplara daha az zaman ayırır oldum. Çocukluğumda çok kitap okurdum. Şu anda bildiğim bütün klasikleri ilk ve ortaokul dönemlerinde okumuştum. İlkokul 2. sınıfta hastanede yatarken bi akrabamızın getirdiği 2 ciltlik Anna Karenina'yı okuduğumda, o yaşıma rağmen Anna'yı kafamda canlandırabiliyordum. Hatta yıllar sonra filmini izlediğimde kafamda canlandırdığım Anna'ya hiç benzetememiştim. Neyse, asıl yazmak istediklerim bunlar değil...

Yazarların, o yaşlarda beynimde canlandırdıklarıyla bugünkü gerçek hayatı karşılaştırıyorum bazen. Onlardan ne öğrenmişim? Çok şey... Ama yine de, öğrendikleriniz çoğu zaman yetmiyor. Hayatın hiç beklenmedik dönemlerinde beklenmedik olaylar yaşıyorsunuz. Başladığınız her yeni günün sonunu kestiremiyorsunuz. Bir günde değişen hayatlar görüyorum bazen... Ve ben herşeyin değiştiği o günlere "Hayatın Köşeleri" diyorum. Çünkü öyle zamanlar oluyorki, köşeyi dönüyorsunuz ve arkanıza baktığınızda gördüğünüz aslında yaşadıklarınız olmuyor ve geride bıraktığınız da artık siz olmuyorsunuz.


Ve "Hayatın Köşeleri"nden geriye asla dönülmüyor...

Ruhu Olan Başka Bir Araba Biliyor musunuz?

6 Aralık 2006 Çarşamba


Otomobil tarihinin gelmiş geçmiş tek efsanesi Vosvoslar... Volkswagen- Kaplumbağa’nın öyküsü, dolu dolu 72 yılın, efsanenin ve çok sayıda rekorun öyküsüdür. Alışılmadık bir görünüme sahip olan bu aracın karakteristik özelliği; eğilimli bir burun ve arka yapıya sahip olmasıdır. Bunda amaç aerodinamik bir şekil ve çift eğrilikli kaporta yüzeyine sahip, akranlarına göre çok daha sağlam bir araç elde etmekti. Arkaya yerleştirilen motor ve makas yerine torsiyon çubuğu kullanmadaki neden ise binek otomobillerde belirgin olan yol tutuş problemini gidermekti. Ferdinand Porsche’nin kullanmayı düşündüğü motor da oldukça farklıydı: 3 silindirli, yıldız şeklinde sıralanmış ve maliyetin düşük olması için hava soğutmalı bir blok’tan oluşuyordu. F.Porsche daha sonraki projelerinde bu motoru değiştirdi ve yıldız şeklindeki 3 silindirli yerine karşılıklı yerleştirilmiş 4 silindirli “boksör motor” isminde yine hava soğutmalı bir motor kullandı ve istediği başarıyı elde etti.


Ayrıca uçak yapımı konusunda da deneyimleri olan F. Porsche, bu bilgilerini projesinde de kullanarak oldukça hafif ve stabil bir şase tasarlamak için kolları sıvadı ve düz bir zemin üzerine iki sağlam direk koyarak az malzemeyle amacını gerçekleştirdi. Ne Hitler ile ne de onun dünyayı ele geçirme ideolojisiyle hiç tanışmayan, 55 yaşındaki Ferdinand Porsche, bu stüdyoda yaratacağı bir otomobilin ilk örneklerinin, sonraki yetmiş yılda dünyayı ele geçireceğini kuşkusuz bilmiyordu.


1934 yılında Porsche ve Hitler, Berlin’deki Keiserhof Hotel’de bir araya geldiler. Hitler, Porsche’den “halk için bir otomobil” tasarlamasını istedi. Hitlerin hedeflediği volkswagen 2 yetişkin ve 3 çoçuk taşıyabilecek, 100km hızla gidebilecek, ekonomik, ayrıca 3 silahlı askeri taşıyabilecek ve fiyatı 1000 Reich Mark’ı geçmeyecekti. Aynı yılın Aralık ayında bugünkü Kaplumbağa’nın “ataları”, V1 (saloon) ve V2 (kabriyole) prototipler tamamlandı.


7 Haziran 1938 tarihli “Motor” dergisinde, Vosvos’un doğumu, “Hitler’in Sevinç getiren güç otomobili” başlığıyla duyuruldu..(Kraft Durch-Freude-Wagen-Kdf-Wagen). İlk Vosvos, daha doğrusu Kdf-Wagen ilanı “Ayda yalnızca 5 mark’a otomobil sahibi olmak...

Türkiye'nin ilk Vosvos'u ise ülkemize 1951 yılında geldi. Türkiye’deki ilk Vosvos sahibi Op.Dr. Ömer Faik Çelebi’dir. İstanbul’un Çamlıca semtinde yaşayan Dr. Çelebi, Almanya’dan getirttiği çift camlı ve “kara şanzımanlı” lacivert VW’sini tam 33 yıl aralıksız kullandı.

Vosvos'un yol hikayesi bunlardan ibaret değil tabiki... Yaratıldığı ilk günden günümüze kadar tüm zamanların en favori ve sevilen arabası olmakla kalmayıp aynı zamanda bir film yıldızına dönüşen Vosvos'lar, hala popülerliğini koruyor.

Sevgili arkadaşım Menderes'e ve bir araba gözüyle bakamadığımız Haydar'a, yazıma katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum....


Nedir? - I

5 Aralık 2006 Salı


Sanatın kaynağı ilham mıdır? Yaşananlar mı?

Yollarda

3 Aralık 2006 Pazar


Kimi zaman kendimle yüzyüze geldiğim ve yalnızlığın tadını en iyi şekilde çıkarabildiğim tek yer yollar... Bir otobüsün penceresinden hızla akıp giden yola bakarken, aklımdan geçmiş-bugün-gelecek düşünceleri de geçer aynı hızla.. Arada yakaladığım görüntülere takılı kalırım bazen... Evde sessiz sedasız oturup düşünemediğim şeyler gelir aklıma... Oldum olası yalnız yolculuk etmeyi sevmişimdir. Konuşmayı çok sevmeme rağmen, yolculukta yanımda çok konuşan biri olsun istemem. Yolculuklar sessiz sedasız olmalı... (Benimle daha önce yolculuk yapanlar alınmasın, ben yolda tanımadığım kişilerle sohbet etmekten bahsediyorum :))
Yollar... Çoğu zaman sevdiklerimden ayırıp hüzünlendirmiştir ama bi o kadar da yolun sonunda mutlaka bir sevdiğim vardır. Her gidişin bi dönüşü vardır çünkü...

Nerden çıktı bu yol meselesi?? Bi yerden çıkmadı, zaten hep vardı yollar hayatımızda. Hatta hayatın kendisi uzun bir yoldu. Başınız sıkıştığında hiç sormadınız mı kendinize "Bunun bir yolu olmalı!?" diye... Hayatta herşeyin bir yolu vardır. Hatta geçen gün Ali Sağlam yazmıştı bu konuda bir yazı. Papa gelmişti ve o yollarda kalmıştı. Gerçi o bu durumdan en iyi şekilde faydalanmıştı. :) Gördünüz mü? Herşeyin bir yolu varmış demekki... O da kapanan bir yolun yerine başka bir yol seçmişti.

Bir de "yoldan çıkmak" deyimi vardır ki, bu da bence yanlış bi deyim... Kimse yoldan çıkmaz aslında. Dediğim gibi, hayat bir yoldur ama kıvrımlıdır aynı zamanda. Düz yolda gidebilen varsa, buyursun çıksın ortaya :)
Yollarla ilgili başka deyimlerde var ama şimdi hiç girmesem daha iyi o konulara....

Not : Şu an yoldayım. İstanbul'dan Bursa'ya dönüyorum...

Yeni Rakı Reklam Filmi Sinemalarda

2 Aralık 2006 Cumartesi


Yeni Rakı’nın ‘Geceyi düşe çeviren Türk mucizesi’ sloganıyla hazırlanan reklam filmi, sinemalarda gösterime girdi. Paylaşımın önemine dikkat çeken film, ses sanatçısı Ebru Yazıcı’nın seslendirdiği ‘İnleyen Nameler’ şarkısı eşliğinde izleyici ile buluşuyor.
Bu özelliği ile reklam filminde Yeni Rakı ve Türk Sanat Müziği’nin birleştirici özelliğine dikkat çekiliyor. Çekimleri Yeniköy, Kuzguncuk, Vaniköy, Kız Kulesi ve Rumeli Hisarı gibi İstanbul’un eşsiz manzarasına sahip semtlerinde gerçekleştirilen reklam filmi Rafineri Reklam Ajansı tarafından hazırlandı.
Yeni Rakı reklam filmi, http://www.mey.com.tr/haber_detay_13.html adresinden de izlenebilir

Kaynak: MediaCat Online

Dün, Bugün, THY

1 Aralık 2006 Cuma




Tipitip...


Çiklet çiğneyen herkes bilir. Çikletlerin içinde çizgi kahramanların maceraları yer alır. Tipitip de bu kahramanlardan biridir. Ambalajını açtığınızda çikleti önce koklar daha sonra çiğnersiniz. Kocaman gözlüklü, yuvarlak şapkalı ve papyonlu Tipitip'in maceraları eskiden çocuklar tarafından heyecanla okunur ve karikatürleri biriktirilirdi. Şimdilerde zamane çocukları tarafından belki takip edilmiyor ama yaratıcısı Bülent Arabacıoğlu her zaman neşeli, beceriksiz Tipitip'in serüvenlerini çizmeye devam ediyor. Arabacıoğlu "Benim gerçek oğlum dünyaya gelmeden önce Tipitip doğmuştu. Oğlum bugün 28, Tipitip ise 31 yaşında" diyor.

Tipitip nasıl doğdu?
Yıldız Üniversitesi Harita Mühendisliği Bölümü'nde okurken okulu yarım bırakmıştım çünkü çizgi dünyasında olmak istiyordum. Yaşım 24'tü. Henüz evlenmemiştik, sevgilime "Haberin olsun karikatürcülüğe başlıyorum" dedim. Profesyonel olarak çizmeye başladığım üçüncü ayda Hürriyet gazetesinin ilavelerine bir şeyler çizmeye başladım. Ardından Çarşaf'ta ve "En Kahraman Rıdvan" tiplemesini yarattığım Gırgır'da çizmeye başladım. 1974'te Kent Gıda yöneticileri çocuklara hitap eden sevimli bir tip bulmaya çalışıyordu. O dönemde yassı, dört köşe, büyük sakızlar vardı. İlk kez "bazuka" diye tabir edilen bir sakız çıkacaktı ve içinde karikatürler olacaktı. Ben bir sürü taslak çizdim ve onlara götürdüm. Onlar da Tipitip'i seçtiler.

"İlk seslendirmeyi Şener Şen yaptı"
Bu isim nereden çıktı? Kent'teki yöneticilerin ilk eskizlere bakarken "Ne biçim tip bu?", "Tipi de tipmiş" gibi tepkileri oldu. Tipitip adı da hemen orada çıktı zaten. Çocuklar tarafından o kadar çok sevildi ki 3 yıl sonra Tipitip'in çizgi filmini yaptık. O dönemde sadece TRT vardı. Televizyonda her hafta bir dakikalık, esprili çizgi film reklamı yapmaya başladık. Bunun 55 saniyesi Tipitip'in macerası, 5 saniyesi ise sakızın reklamıydı. Eşim dahil 8 kişi senaryosunu yazıyor, çiziyor ve sunuyorduk. Tipitip'i çizip boyadıktan sonra seslendirmeye götürüyorduk. İlk yaptığımızı Şener Şen seslendirmişti. O dönemde Şener Şen, Şehir Tiyatroları'ndan henüz ayrılmamıştı. Çok güzel bir seslendirme olmuştu. Biz buna iki-üç yıl devam ettik. Ekonomik krizden dolayı çizgi filme son verildi.

Çocuklar neden bu kadar çok seviyordu Tipitip'i?
Çocuklar hem sakızların içinde hem de televizyonda Tipitip'i görüyordu. Bugün insanlar dizileri nasıl bekliyorsa o dönemde çocuklar cuma günleri Tipitip'i televizyon karşısında bekliyordu. Onlar Tipitip'i canlı bir varlıkmış gibi düşünüyordu. Çocuklardan mektuplar gelmeye başladı. Mektuplarını Tipitip'e yazıyorlardı. O onlar için bir kahramandı ve kahramanların yaptığı her şey doğruydu. Mektuplarda annesini, babasını Tipitip'e şikayet edenler vardı. Ben normal bir şekilde çizerken kendimi birden pedagog gibi hissetmeye başladım. O karikatürde çocuklar bunu yanlış anlar, şunu yaparsam onlara kötü örnek olur diye kendime bir otokontrol sistemi koydum.



Yıl 1974...
Tipitip'in papyonlu, kocaman beyaz gözlüklü, yuvarlak şapkalı ilk hali çocuklar tarafından çok tutuldu. Tipitip sevimli, iyi bir aile çocuğuydu ve her işi yüzüne gözüne bulaştırırdı.
Yıl 2005... Tipitip yeteneksizliğinden bir şey kaybetmedi. Ama görünümü çok değişti. Şapkası düştü, kakülü göründü. Papyon yerine kravat takmaya başladı.



"Bir can yoldaşı lazımdı, böylece Tipitoş doğdu"


Çocukların Tipitip'i bu kadar sevmesinin üzerine şirket de kampanya üstüne kampanya düzenlemiştir, değil mi?
Aslında tam tersi, çocuklar kendi kendilerine kampanya başlattı. Sakızlardan çıkan karikatürleri biriktirip şirkete gönderdiler. Ortada bir kampanya falan yoktu. Gün geldi 84 bin adres birikti. Şirket de bunun üzerine onlara tişört, kalem göndermeye başladı. Gerçekten bu ilişki çok sıcaktı. Çocukları hiçbir zaman sömürmedik. Tipitip bir üründü ama onun reklamını yaparken şöyle sakızdır, böyle iyidir dememiştik. Onlara "Neşeli Dostunuz" sloganıyla Tipitip'li takvimler, puzzle'lar yaptım.

Bugünkü Tipitip ile 1970'lerdeki Tipitip arasında ne gibi farklılıklar var?
İlk başta Tipitip tek başınaydı. Arada bir başka karakterler girip çıkıyordu hayatına. İlk çıktığında papyonu, yuvarlak bir şapkası, iri gözlükleri vardı. Zaman değişti. Papyon yerine kravat koydum. Tipitip'in kakülü ortaya çıktı. Tipitip çıktığında 15 yaşındaysa şimdi 45 yaşında. Bazı espriler yapmak istiyordum ama tek başına olmuyordu. Yanına bir can yoldaşı, eş lazımdı. Tipitip'in karısı Tipitoş böyle doğdu. Bir süre sonra çevremdekiler "Bu adam kısır mı, bunun çocukları niye olmuyor?" demeye başladı. Tipitip'in oğlu Tipican, kızı Tipicik ve köpekleri Tipitop oldu.

Ama Tipitip'in huyu değişmedi, değil mi?

Değişmedi. Tipitip bir aile çocuğu, düzeyli ama beceriksizdi, hâlâ da böyle. Beceriksiz ama neşeli biri.

Şimdiki çocuklar hâlâ Tipitip'i takip ediyor mu?

Çocukların tercihleri değişmeye başladı galiba. Düşük fiyatlarla mal edilen sakızlar çıktı. Onlarla baş edemez hale geldik. Şu an Tipitip tanınırlılığı en yüksek markalardan biri ama satışı çok düşük. Piyasa koşullarından dolayı bugün eski günlerinden uzak.

Tipitip'in eski şaşaalı günleri yok.Bu durum sizin çizgilerinize yansıyor mu?
Elbette o günkü motivasyonumla bugünkü motivasyonum aynı değil. Eski günleri özlüyorum. O dönemin çocuklarının dünyası çok farklıydı. Hayal güçleri daha fazlaydı. Şimdikilerin önlerine her şey hazır veriliyor. Televizyonda bile bir dizi seyrediyorsunuz, "Sen bilmezsin, burada güleceksin" diye gülme efekti koyuyorlar.

Kaynak : Milliyet

Mey'den Hare Stratejileri

30 Kasım 2006 Perşembe

Mey İçki’nin Hare likörü için geliştirilen kampanyasının stratejisi az gelişmiş likör kategorisinde yol gösterici bir davranış sergilemesi üzerine kurulmuş. İletişim hedefleri, Hare marka bilinirliğini güçlendirmek ve kullanımı artırmak olarak tanımlanıyor. Yani likörü genç hedef kitle için çekici bir ürün haline getirmek. Bu hedefler doğrultusunda tat uzmanlarıyla çalışılarak Hare’li kokteyller yaratılmış: Hare Dudu, Hare Zen, Hare Vişna, Hare Nane, Hare Muzo, Hare ile Havva.
Bu 6 kokteyl arasından ise “star” olabilecek 3 kokteyl iletişime taşınmış: Hare Dudu, Hare Zen, Hare Vişna. Hare’nin renkli, meyveli ürün özelliklerinden yola çıkılarak marka kimliği yaratılmış. İletişim tonu, Hare’nin renkli, eğlenceli, genç ve modern dünyasını yansıtıyor. Hare’nin yeni kullanım alanlarıyla tüketicinin hayatında yer alması hedefleniyor. (Kaynak : Marketing Türkiye)

Hare Likör, yukarıda bahsedilen çalışmalarla Türkiye'nin Pazarlama Oscarı olarak nitelendirilen Think Marketing ödüllerinde, "Yeni Marka Yaratma" ödülünü kazandı.
Ayrıca, web sitesini ziyaret etmenizi öneriyorum. Uzakdoğu esintileri taşıyan müziğini ve ambalaj tasarımlarını eminim çok beğeneceksiniz...
http://www.harelikor.com