Nedir? - II

22 Aralık 2006 Cuma

Aşık olmak mı zor, adam olmak mı?

Redd

21 Aralık 2006 Perşembe


Uzun zamandır dinlediğim en güzel albüm Redd grubunun son albümü "Kirli Suyunda Parıltılar"


Ama beni albüm kadar etkileyen başka bişey daha var, kapağın iç kısmında yer alan yazı...


Uzun demezseniz okuyun, kendi korkularınızdan birşeyler bulacağınıza eminim...


"Bildiğim tüm ahlak ve uymaya çalıştığımız onca kural arasında insanlığın tanımını kim yapmış, ne doğru ne yanlış diye kafa yormaktan; politik miyim neyim ben diye farkına varamayıp nasıl yetişmişim, neye dönüşmüşüm diye sorup durmaktan, sorularıma cevaplar bulamadığımda bir sigara yakıp onun bile üstünde beni öldüreceğini okumaktan ve kendi kararlarımı etkilemem için olasılıklarımın sürekli büyük harflerle gözümün içine sokulmasından, ölmek mi yaşamak mı diye sorsalar neden yaşamak olduğu konusuna acizce cevap vermektense ölene kadar susmaktan, yaşadığım hayatın doğrularına karşı çıkıp mecburen’ler içinde bahaneler bulmaya çalışmaktan, bir beden olduğumu unutup olmadık ruh durumlarıma anti-depresanlarla mutluluk zımbalamaya çalışmandan, hayallerimi komik diye anlatamayıp gerçekleri komik bulmaktan, duyguların kablosuz bağlantılarla ulaşabildiği, dokunabildiği sınırsızlıktan ve bu durumun hareket kabiliyetimi ve cisim üzerindeki etkimi sınırlayıp duygularımı esir almış bir cismi parçam kabul edip onsuz yapamamaktan, özgürlüğün dört duvar bir odada yalnızlık olduğunu ve bunun alternatifinin uyumlu bir kostüm ve önceden çizilmiş figürlerle kalabalığın arasında dolanmak olmasından korkuyorum. Yaptığım şeyin her ne olursa olsun dijital bir tanımı olmasından ve bu tanımın bütün yaratıcılığımı daha yaratırken hasta etmesinden, çizgileri doğru çizmekten yada çizdiklerimi güzel sanıp aslında çirkin olanlarla estetik yarışına girmek zorunda olmaktan, estetiği unutmaya çalıştığımda göreceli bir estetiğin yelkovanın ucunda şekil değiştirdiğini görmekten, kulağımda çalan müziklerin sadece canımı acıtmak yada dalga geçmek için yazılmış olabileceğini düşünüp taksinin arka koltuğunda geride kalan bloklar arasında üç beş ağacın yalnızlığını unutmaktan, post-modern delilik içinde kendimi akıllı ilan etmekten, dilimi tutamayıp özgür olduğumu söylemekten, olabildiğince çok düşünüp az düşünmem gerektiği sonucuna varmaktan, olabildiğince çok yazıp kağıtları paralayıp parkenin üstünde izlemekten ve aslında neyi neden yazdığımı sorgulayıp kalemimi eski günlerdeki gibi kaset sarmak için bile kullanamamaktan, alternatifi olmayan bir şehir yaşamının kölesi olmuş, kutulanmış ve dondurulmuş şekilde yaşadığımın farkına varıp kendimi hasta etmekten, uyumam ve uyanmam gereken zamanı güneşin değil de hayatın belirlemesinden, zamana yetişmeye çalışırken koşturmaktan yada dinlenmek için manzaraya baktığımda geçmişi özlemekten korkuyorum. Aslında hasta olduğumu kabul etmemekten, kendim dışında her şeyi reddetmekten ve inancımı sorgulayıp sonucunda bir bütün olmadığımı fark etmekten, parçalarımda tercihlerimin yanlışlarını arayıp “hepsi doğruydu-hayat yalandı” cevabını bulmaktan, televizyonda duyduğum repliklerle yaşamaktan, kendimi bir film içinde yaşıyor sanıp hareketlerime dikkat etmeye çalışmaktan ve duygularımı yavaş yavaş kaybetmekten, ben ben olmaktan da, sen yada o olmaktan da korkuyorum. Olmamaktan ve olamamaktan ve olamamaktan olmaya çalışıp, bir şeye benzetilmeye çalışılmaktan, oysaki benim ben olduğumu söylediğimde kim yada ne olduğumu, ne yaptığımı, nasıl yaptığımı umursamadan beni ben kabul edecek birini bulamamaktan, bulamadığımda aramadığım için suçu kendime atmaktan, yalnızlığımı kıskanmaktan ve kendimi nefes alıyorum diye kalabalığın içine çekilmekten korumaktan, kalabalıkta bile kendimi sıra dışı hissedip bununla övünmekten, uyumlu olduğumu sanıp uyumsuz olduğumu görememekten, kendimi ötekinden daha özel hissederken egomdan utanmaktan ve tüm utançlarım arasında en utandığım şeyin duygularım olması gerçeğini görmekten, kim için ne için neden yaşadığımı bulmama az kaldı sanıp uykuyu ertelemekten, yazmaktan çizmekten şikayet etmekten, şarkı söylemekten, eleştirmekten nefret etmekten, aşık olmaktan korkuyorum. Korktuğum şeyleri başkalarının duymasından, korkusuz olduğumun sanıldığını sanıp kahraman olamadığım için üzülmekten, kendimi tertemiz ve saf sanıp başkalarını kirli buluyor olmaktan, kendimi kirli suda yüzen bir balık sanıp denize doğru yüzmeye çalışırken boğulmaktan ve kendimi korkularımı yazarken delirtmekten korkuyorum.

O yüzden burada bırakıyorum. Korkularım iyi ki varlar, cesaretimi tetikliyorlar. "

Hayatın Köşeleri

15 Aralık 2006 Cuma


Yaşım ilerledikçe kitaplara daha az zaman ayırır oldum. Çocukluğumda çok kitap okurdum. Şu anda bildiğim bütün klasikleri ilk ve ortaokul dönemlerinde okumuştum. İlkokul 2. sınıfta hastanede yatarken bi akrabamızın getirdiği 2 ciltlik Anna Karenina'yı okuduğumda, o yaşıma rağmen Anna'yı kafamda canlandırabiliyordum. Hatta yıllar sonra filmini izlediğimde kafamda canlandırdığım Anna'ya hiç benzetememiştim. Neyse, asıl yazmak istediklerim bunlar değil...

Yazarların, o yaşlarda beynimde canlandırdıklarıyla bugünkü gerçek hayatı karşılaştırıyorum bazen. Onlardan ne öğrenmişim? Çok şey... Ama yine de, öğrendikleriniz çoğu zaman yetmiyor. Hayatın hiç beklenmedik dönemlerinde beklenmedik olaylar yaşıyorsunuz. Başladığınız her yeni günün sonunu kestiremiyorsunuz. Bir günde değişen hayatlar görüyorum bazen... Ve ben herşeyin değiştiği o günlere "Hayatın Köşeleri" diyorum. Çünkü öyle zamanlar oluyorki, köşeyi dönüyorsunuz ve arkanıza baktığınızda gördüğünüz aslında yaşadıklarınız olmuyor ve geride bıraktığınız da artık siz olmuyorsunuz.


Ve "Hayatın Köşeleri"nden geriye asla dönülmüyor...

Ruhu Olan Başka Bir Araba Biliyor musunuz?

6 Aralık 2006 Çarşamba


Otomobil tarihinin gelmiş geçmiş tek efsanesi Vosvoslar... Volkswagen- Kaplumbağa’nın öyküsü, dolu dolu 72 yılın, efsanenin ve çok sayıda rekorun öyküsüdür. Alışılmadık bir görünüme sahip olan bu aracın karakteristik özelliği; eğilimli bir burun ve arka yapıya sahip olmasıdır. Bunda amaç aerodinamik bir şekil ve çift eğrilikli kaporta yüzeyine sahip, akranlarına göre çok daha sağlam bir araç elde etmekti. Arkaya yerleştirilen motor ve makas yerine torsiyon çubuğu kullanmadaki neden ise binek otomobillerde belirgin olan yol tutuş problemini gidermekti. Ferdinand Porsche’nin kullanmayı düşündüğü motor da oldukça farklıydı: 3 silindirli, yıldız şeklinde sıralanmış ve maliyetin düşük olması için hava soğutmalı bir blok’tan oluşuyordu. F.Porsche daha sonraki projelerinde bu motoru değiştirdi ve yıldız şeklindeki 3 silindirli yerine karşılıklı yerleştirilmiş 4 silindirli “boksör motor” isminde yine hava soğutmalı bir motor kullandı ve istediği başarıyı elde etti.


Ayrıca uçak yapımı konusunda da deneyimleri olan F. Porsche, bu bilgilerini projesinde de kullanarak oldukça hafif ve stabil bir şase tasarlamak için kolları sıvadı ve düz bir zemin üzerine iki sağlam direk koyarak az malzemeyle amacını gerçekleştirdi. Ne Hitler ile ne de onun dünyayı ele geçirme ideolojisiyle hiç tanışmayan, 55 yaşındaki Ferdinand Porsche, bu stüdyoda yaratacağı bir otomobilin ilk örneklerinin, sonraki yetmiş yılda dünyayı ele geçireceğini kuşkusuz bilmiyordu.


1934 yılında Porsche ve Hitler, Berlin’deki Keiserhof Hotel’de bir araya geldiler. Hitler, Porsche’den “halk için bir otomobil” tasarlamasını istedi. Hitlerin hedeflediği volkswagen 2 yetişkin ve 3 çoçuk taşıyabilecek, 100km hızla gidebilecek, ekonomik, ayrıca 3 silahlı askeri taşıyabilecek ve fiyatı 1000 Reich Mark’ı geçmeyecekti. Aynı yılın Aralık ayında bugünkü Kaplumbağa’nın “ataları”, V1 (saloon) ve V2 (kabriyole) prototipler tamamlandı.


7 Haziran 1938 tarihli “Motor” dergisinde, Vosvos’un doğumu, “Hitler’in Sevinç getiren güç otomobili” başlığıyla duyuruldu..(Kraft Durch-Freude-Wagen-Kdf-Wagen). İlk Vosvos, daha doğrusu Kdf-Wagen ilanı “Ayda yalnızca 5 mark’a otomobil sahibi olmak...

Türkiye'nin ilk Vosvos'u ise ülkemize 1951 yılında geldi. Türkiye’deki ilk Vosvos sahibi Op.Dr. Ömer Faik Çelebi’dir. İstanbul’un Çamlıca semtinde yaşayan Dr. Çelebi, Almanya’dan getirttiği çift camlı ve “kara şanzımanlı” lacivert VW’sini tam 33 yıl aralıksız kullandı.

Vosvos'un yol hikayesi bunlardan ibaret değil tabiki... Yaratıldığı ilk günden günümüze kadar tüm zamanların en favori ve sevilen arabası olmakla kalmayıp aynı zamanda bir film yıldızına dönüşen Vosvos'lar, hala popülerliğini koruyor.

Sevgili arkadaşım Menderes'e ve bir araba gözüyle bakamadığımız Haydar'a, yazıma katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum....


Nedir? - I

5 Aralık 2006 Salı


Sanatın kaynağı ilham mıdır? Yaşananlar mı?

Yollarda

3 Aralık 2006 Pazar


Kimi zaman kendimle yüzyüze geldiğim ve yalnızlığın tadını en iyi şekilde çıkarabildiğim tek yer yollar... Bir otobüsün penceresinden hızla akıp giden yola bakarken, aklımdan geçmiş-bugün-gelecek düşünceleri de geçer aynı hızla.. Arada yakaladığım görüntülere takılı kalırım bazen... Evde sessiz sedasız oturup düşünemediğim şeyler gelir aklıma... Oldum olası yalnız yolculuk etmeyi sevmişimdir. Konuşmayı çok sevmeme rağmen, yolculukta yanımda çok konuşan biri olsun istemem. Yolculuklar sessiz sedasız olmalı... (Benimle daha önce yolculuk yapanlar alınmasın, ben yolda tanımadığım kişilerle sohbet etmekten bahsediyorum :))
Yollar... Çoğu zaman sevdiklerimden ayırıp hüzünlendirmiştir ama bi o kadar da yolun sonunda mutlaka bir sevdiğim vardır. Her gidişin bi dönüşü vardır çünkü...

Nerden çıktı bu yol meselesi?? Bi yerden çıkmadı, zaten hep vardı yollar hayatımızda. Hatta hayatın kendisi uzun bir yoldu. Başınız sıkıştığında hiç sormadınız mı kendinize "Bunun bir yolu olmalı!?" diye... Hayatta herşeyin bir yolu vardır. Hatta geçen gün Ali Sağlam yazmıştı bu konuda bir yazı. Papa gelmişti ve o yollarda kalmıştı. Gerçi o bu durumdan en iyi şekilde faydalanmıştı. :) Gördünüz mü? Herşeyin bir yolu varmış demekki... O da kapanan bir yolun yerine başka bir yol seçmişti.

Bir de "yoldan çıkmak" deyimi vardır ki, bu da bence yanlış bi deyim... Kimse yoldan çıkmaz aslında. Dediğim gibi, hayat bir yoldur ama kıvrımlıdır aynı zamanda. Düz yolda gidebilen varsa, buyursun çıksın ortaya :)
Yollarla ilgili başka deyimlerde var ama şimdi hiç girmesem daha iyi o konulara....

Not : Şu an yoldayım. İstanbul'dan Bursa'ya dönüyorum...

Yeni Rakı Reklam Filmi Sinemalarda

2 Aralık 2006 Cumartesi


Yeni Rakı’nın ‘Geceyi düşe çeviren Türk mucizesi’ sloganıyla hazırlanan reklam filmi, sinemalarda gösterime girdi. Paylaşımın önemine dikkat çeken film, ses sanatçısı Ebru Yazıcı’nın seslendirdiği ‘İnleyen Nameler’ şarkısı eşliğinde izleyici ile buluşuyor.
Bu özelliği ile reklam filminde Yeni Rakı ve Türk Sanat Müziği’nin birleştirici özelliğine dikkat çekiliyor. Çekimleri Yeniköy, Kuzguncuk, Vaniköy, Kız Kulesi ve Rumeli Hisarı gibi İstanbul’un eşsiz manzarasına sahip semtlerinde gerçekleştirilen reklam filmi Rafineri Reklam Ajansı tarafından hazırlandı.
Yeni Rakı reklam filmi, http://www.mey.com.tr/haber_detay_13.html adresinden de izlenebilir

Kaynak: MediaCat Online

Dün, Bugün, THY

1 Aralık 2006 Cuma




Tipitip...


Çiklet çiğneyen herkes bilir. Çikletlerin içinde çizgi kahramanların maceraları yer alır. Tipitip de bu kahramanlardan biridir. Ambalajını açtığınızda çikleti önce koklar daha sonra çiğnersiniz. Kocaman gözlüklü, yuvarlak şapkalı ve papyonlu Tipitip'in maceraları eskiden çocuklar tarafından heyecanla okunur ve karikatürleri biriktirilirdi. Şimdilerde zamane çocukları tarafından belki takip edilmiyor ama yaratıcısı Bülent Arabacıoğlu her zaman neşeli, beceriksiz Tipitip'in serüvenlerini çizmeye devam ediyor. Arabacıoğlu "Benim gerçek oğlum dünyaya gelmeden önce Tipitip doğmuştu. Oğlum bugün 28, Tipitip ise 31 yaşında" diyor.

Tipitip nasıl doğdu?
Yıldız Üniversitesi Harita Mühendisliği Bölümü'nde okurken okulu yarım bırakmıştım çünkü çizgi dünyasında olmak istiyordum. Yaşım 24'tü. Henüz evlenmemiştik, sevgilime "Haberin olsun karikatürcülüğe başlıyorum" dedim. Profesyonel olarak çizmeye başladığım üçüncü ayda Hürriyet gazetesinin ilavelerine bir şeyler çizmeye başladım. Ardından Çarşaf'ta ve "En Kahraman Rıdvan" tiplemesini yarattığım Gırgır'da çizmeye başladım. 1974'te Kent Gıda yöneticileri çocuklara hitap eden sevimli bir tip bulmaya çalışıyordu. O dönemde yassı, dört köşe, büyük sakızlar vardı. İlk kez "bazuka" diye tabir edilen bir sakız çıkacaktı ve içinde karikatürler olacaktı. Ben bir sürü taslak çizdim ve onlara götürdüm. Onlar da Tipitip'i seçtiler.

"İlk seslendirmeyi Şener Şen yaptı"
Bu isim nereden çıktı? Kent'teki yöneticilerin ilk eskizlere bakarken "Ne biçim tip bu?", "Tipi de tipmiş" gibi tepkileri oldu. Tipitip adı da hemen orada çıktı zaten. Çocuklar tarafından o kadar çok sevildi ki 3 yıl sonra Tipitip'in çizgi filmini yaptık. O dönemde sadece TRT vardı. Televizyonda her hafta bir dakikalık, esprili çizgi film reklamı yapmaya başladık. Bunun 55 saniyesi Tipitip'in macerası, 5 saniyesi ise sakızın reklamıydı. Eşim dahil 8 kişi senaryosunu yazıyor, çiziyor ve sunuyorduk. Tipitip'i çizip boyadıktan sonra seslendirmeye götürüyorduk. İlk yaptığımızı Şener Şen seslendirmişti. O dönemde Şener Şen, Şehir Tiyatroları'ndan henüz ayrılmamıştı. Çok güzel bir seslendirme olmuştu. Biz buna iki-üç yıl devam ettik. Ekonomik krizden dolayı çizgi filme son verildi.

Çocuklar neden bu kadar çok seviyordu Tipitip'i?
Çocuklar hem sakızların içinde hem de televizyonda Tipitip'i görüyordu. Bugün insanlar dizileri nasıl bekliyorsa o dönemde çocuklar cuma günleri Tipitip'i televizyon karşısında bekliyordu. Onlar Tipitip'i canlı bir varlıkmış gibi düşünüyordu. Çocuklardan mektuplar gelmeye başladı. Mektuplarını Tipitip'e yazıyorlardı. O onlar için bir kahramandı ve kahramanların yaptığı her şey doğruydu. Mektuplarda annesini, babasını Tipitip'e şikayet edenler vardı. Ben normal bir şekilde çizerken kendimi birden pedagog gibi hissetmeye başladım. O karikatürde çocuklar bunu yanlış anlar, şunu yaparsam onlara kötü örnek olur diye kendime bir otokontrol sistemi koydum.



Yıl 1974...
Tipitip'in papyonlu, kocaman beyaz gözlüklü, yuvarlak şapkalı ilk hali çocuklar tarafından çok tutuldu. Tipitip sevimli, iyi bir aile çocuğuydu ve her işi yüzüne gözüne bulaştırırdı.
Yıl 2005... Tipitip yeteneksizliğinden bir şey kaybetmedi. Ama görünümü çok değişti. Şapkası düştü, kakülü göründü. Papyon yerine kravat takmaya başladı.



"Bir can yoldaşı lazımdı, böylece Tipitoş doğdu"


Çocukların Tipitip'i bu kadar sevmesinin üzerine şirket de kampanya üstüne kampanya düzenlemiştir, değil mi?
Aslında tam tersi, çocuklar kendi kendilerine kampanya başlattı. Sakızlardan çıkan karikatürleri biriktirip şirkete gönderdiler. Ortada bir kampanya falan yoktu. Gün geldi 84 bin adres birikti. Şirket de bunun üzerine onlara tişört, kalem göndermeye başladı. Gerçekten bu ilişki çok sıcaktı. Çocukları hiçbir zaman sömürmedik. Tipitip bir üründü ama onun reklamını yaparken şöyle sakızdır, böyle iyidir dememiştik. Onlara "Neşeli Dostunuz" sloganıyla Tipitip'li takvimler, puzzle'lar yaptım.

Bugünkü Tipitip ile 1970'lerdeki Tipitip arasında ne gibi farklılıklar var?
İlk başta Tipitip tek başınaydı. Arada bir başka karakterler girip çıkıyordu hayatına. İlk çıktığında papyonu, yuvarlak bir şapkası, iri gözlükleri vardı. Zaman değişti. Papyon yerine kravat koydum. Tipitip'in kakülü ortaya çıktı. Tipitip çıktığında 15 yaşındaysa şimdi 45 yaşında. Bazı espriler yapmak istiyordum ama tek başına olmuyordu. Yanına bir can yoldaşı, eş lazımdı. Tipitip'in karısı Tipitoş böyle doğdu. Bir süre sonra çevremdekiler "Bu adam kısır mı, bunun çocukları niye olmuyor?" demeye başladı. Tipitip'in oğlu Tipican, kızı Tipicik ve köpekleri Tipitop oldu.

Ama Tipitip'in huyu değişmedi, değil mi?

Değişmedi. Tipitip bir aile çocuğu, düzeyli ama beceriksizdi, hâlâ da böyle. Beceriksiz ama neşeli biri.

Şimdiki çocuklar hâlâ Tipitip'i takip ediyor mu?

Çocukların tercihleri değişmeye başladı galiba. Düşük fiyatlarla mal edilen sakızlar çıktı. Onlarla baş edemez hale geldik. Şu an Tipitip tanınırlılığı en yüksek markalardan biri ama satışı çok düşük. Piyasa koşullarından dolayı bugün eski günlerinden uzak.

Tipitip'in eski şaşaalı günleri yok.Bu durum sizin çizgilerinize yansıyor mu?
Elbette o günkü motivasyonumla bugünkü motivasyonum aynı değil. Eski günleri özlüyorum. O dönemin çocuklarının dünyası çok farklıydı. Hayal güçleri daha fazlaydı. Şimdikilerin önlerine her şey hazır veriliyor. Televizyonda bile bir dizi seyrediyorsunuz, "Sen bilmezsin, burada güleceksin" diye gülme efekti koyuyorlar.

Kaynak : Milliyet